gelecek mevzuu; loading...

29 Şubat 2012

google analytics ile türk insanının internet ihtiyacına bakış

"Edebinle porno yaz bari, nedir abi işemeli sıçmalı kusmalı sex?"
      
   Bunu yapmayım - etmeyim dedim ama, en fazla 1 hafta tutabildim kendimi. 10 günden fazladır, blogun istatistiklerini google analytics ile alıyorum. Hayatın anlamını çözdüm desem ağır kaçmaz. her gün bu mucizevi icat ile neden bu kadar geç tanıştığımı düşünüp kafamı çekyata sıkıştırıyorum.  Google Analytics'i bilmeyen yoktur ama ben yinede deyim, Google'ın site sahiplerine lütfu, istatistik görme aparatı.  Bazen adama işini gücünü bıraktırıp eş zamanlı izleme  ile, siteye girenlerin davranışını gözlemleme imkanı sayesinde adamı yerine çiviliyor.. Neyse, bu mevzuuyu sonra ayrıca ele alırız bu kadar yeter. Bugün, son bir haftalık anahtar kelime geçmişinden çıkarımlar sıçacam ve çok eğlenecem.

  Son zamanlarda gündemde olan bi mevzuu dan başlayalım; Can Bobomo. Evet lan, Bonomo falan değil Bobomo. muhtemelen tüm gazeteler, tvler, Can Bonomo'nun annesi babası ve hatta kendisi bile adını yanlış biliyor. Can Bobomo kelimeleriyle buralara ulaşanlara bakılırsa; hepimiz yanılmışız.

   Bu kadar insan nasıl aynı yanlışı yapıyor lan? Aklım ermedi benim. Neyse; ben başka bi mevzuuya dikkat çekecem; Can Bonomo - illuminati. Anahtar kelimeler arasında, illuminati li ve Can Bonomo'lu olanlarda fırladı birden. Ben hiç şaşırmadım valla, neden biliyon nu? Çünkü ben aylar önce şu yazıda bu olaya sürtünmüştüm biraz; can bonomo ile milli davamız eurovision.

    Demiştim ki özetle; "Şimdi bu elemanın dininden dolayı falan illuminati diye milletin tutturmaya başlaması yakındır."  offf galiba harikayım. Üzgünüm ama, ben bi üçgen peynir ne kadar illuminati mensubuysa, Can'ında o kadar illuminatici olduğunu düşünüyorum.

Vatevır;

 Bu kişi yazısı yazmıştım bi kaç hafta önce, şu; okla gösterilen "bu kişi"ler.

Sonunda demiştim ki; yazı "bu kişi" görsel arşivine döndü ama neyse olsun."
      
 Aynen öyle olmuş lan, millete "bu kişi" resimlerini sanki ben dağıtmışım gibi... Neyse, işlerine yarasında aman. O yazı, bunu kullananlar için pek iç açıcı değildi ama naapalım, zaten okumadan direk görseli alacak bi kitle olduğundan kafaya takacak bişi yok.

  Peki gerçekten görsellerde bok yiyen kız görme umudunu taşıyanlara ne demeli? Hedef kitlemin ne kadar elit, ne kadar sevyeli olduğunu gördükçe bende kendimle gurur duyyorum aslında. eheheh. Orda altını çizdiğim "bu çocuk okumaz" da blogun eski başlığı, ne mutlu bana hala onu aratıp gelen varsa. Teşekkür ederim ama ay oldu amk. değişeli; öğrenin artık her kimseniz; cafe mystic.

 Bu yanda buton gibi duranda gerçekten aşk okunu götünden yemiş kızgın bi arkadaşın araması heralde. Geçmiş olsun diyoruz; çok kafaya takma hacor, o seni hiç haketmemişti zaten, daha iyilerine layıksın.

  Yine yanda, farklı bir çalışma görüyoruz, "iş makinası resimleri ve rulmanları" aramasıyla tam bir tezat olsada; "işemeli seks ve işemeli sıçmalı eski sinema sex filmleri" 4 ewa! ben bu arkadaşa bişey sormak isterdim; olum işemelisini sıçmalısını buldunda, eski olması mı kaldı? "scat porn" denir o yazdığına bi kere, banada bi arkadaş söyledi, edebinizle arayın amk. ne arıyosanız. 

  Bir başka örnek karşınızda, "kaiser söze" aramasıyla; "öyle göte böyle yarak" tümcesi o kadar güzel yakışıyordu ki, dayanamadım birlikte aldım.

Sadete gelelim mi yavaş yavaş, çok uzun olmasın mevzuu;

Şimdiiii, hesap sorar gibi yapacam ama olsun; birine bu işemeli vırt zırt falan diye bi filmden bahsetsen direk midesi kalkar, "ıyykkkkk iğrençsiiiieeen" der muhtemelen. Ben bi kaç cümlede aptal saptal bi espride kullandım diye sayısını bile söylemek istemeyeceğim derecede ziyaret gerçekleşiyor. Ulan, madem herkes iğreniyo, kim lan bunu internette aratıp bulmaya çalışanlar? 

 Sikerim ben böyle iki yüzlülüğü afedersiniz ama. Daha buraya yaz(a)madığım büssürü aptal saptal şey var. Allah ıslah etsin diyek ne diyek, işemeli sıçmalı şeyler izlediği için değil ama.

bay bay  =)

28 Şubat 2012

“fetih 1453” – eleştiri & yorum

“Hayatımda ilk kez bir filmin sonunu doğru tahmin ettim.”
  
  Evladını kapan veli,  öğrencilerini kapan öğretmen, yiyişmek için doğru filmi seçememiş liseliler doğru sinemaya, "Fetih 1453"e. Salonların %60'ı 7-12 yaş veledlerle doluydu, ne bok anlayacaklar acep bunlar diye merak ederken film bittikten sonra tüm bu bebeler hep bir ağızdan bağırmaya başladı;

“En büyük Türkiye, başka büyük yok.”

  Ehehhe, filmin en güzel yeri buraydı heralde. Yeteri kadar elemanın izlediğini düşünerek, daha derinden eleştirme şansını yakalamış buluyorum, başlayalım yavaştan.

  Fetih 1453’ün yapımcısı ve yönetmeni olan Faruk Aksoy’un, filmografisinin ufak bi kısmına bakalım önce, sonra buraya dönecez;

Yeşil Işık (2002) - yönetmen
Çılgın Dersane (2007) - yönetmen
Çılgın Dersane Kampta (2008)yönetmen, senarist
Recep İvedik 3 (2010) yapımcı
Fetih 1453 (2012)yapımcı, yönetmen

  Tüm önyargılarıma rağmen gidip görmek istedim, türk sinema tarihinde ilk kez böyle devasa bütçeli bir orta çağ epiği çekildi, dolayısiyla gidip görmek lazımdı. Cesaret ister böyle bi iş, bunuda demeden geçemem. Önyargılarım hussuna gelince, film ve fragman rivayet edilen Hz. Muhammed’in şu hadisiyle başlıyor;

 “Kostantiniye, bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden komutan ne güzel komutandır.”

Şu aşağıdaki fragmanı, tekrar bi göz atmakta fayda var;


Fakat ben biliyorum ki, şöyle bir hadis-i şerifte rivayet ediliyor;

“Ben Allah’ın resulü olduğum halde, bana nasıl bir müamele yapılacağını bilmiyorum.”

Ve ben biliyorum ki, şöyle bir ayet var;

"De ki: "Ben türedi bir peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sâdece bana vahyedilene uyarım. Ben sâdece apaçık bir uyarıcıyım." (Ahkaf, 46/9) (diyanet meali)

 Bu mevzuu üzerinde fazla durmak istemiyorum, merak eden araştırır. Tek söylemeye çalıştığım şey; gişe için kullanılabilecek materyallerden en kolayı ve en yanlışı seçilmiş. İşe yaramadı mı? Offf, ne biçim yaradı hemde.

Filme girelim;

  Görsel efektlerle diyalog ve actionın iç içe olduğu sahnelerin geçişleri, "Arka Sokaklar" dizisinin etkisinde kalınmışcasına; yakın – uzak açı, geniş – dar kadraj ayarlarının iyi olmadığı aşikar. Efektler oldukça başarısız fakat benim beklentim zaten bu yönde olmadığı için problem yapmadım. En az bi kez Age of Empires oynamış elemanlar için çok tanıdık 3-5 saniye var.  Eminim ki elden gelenin en iyisi şimdilik bu, ama emsalleri ile karşılaştırma yapmak çok büyük gaf olabilir.

  Netekim, netekim; aklıma yer eden bi sahne var; fragmanlarda da minik mi kısmı olan, XI. Konstantin’i canlandıran Recep Aktuğ’un arena da coştuğu sahnede o konuştukça hoplayıp zıplayan elemanların görüntüsü bana fifa 2001’deki balon kafalı seyircileri anımsattı. 

* Şehzade Orhan'a ise at hırsızı gibi bir imaj çizilmiş olması, gözden kaçacak gibi değil.


* Filmin muhtelif bir yerinde, "geber köpek!" repliğini yakaladım. İstemsizce salak bi gülümseme oldu suratımda.

* Ulubatlı Hasan'ın her daim gözünü kapatan saçlarına rağmen onca elemanı kılıçtan geçirmeside takdire şaaaayan idi.

Oyunculuk mevzuuları;

  II. Mehmed’in kankası  Ulubatlı Hasan rolünü üstlenen İbrahim Çelikkol gerçekten filmi izlenebilir yapan önemli nedenlerdendi, yine aynı şekilde, II. Mehmed’i canlandıran Devrim Evin içinde iyi bi not verilebilir. Recep Aktuğ’da sağlam oynamış ama o sakalları tam yapıştıramamışlar.

Senaryo mevzuu;

  Bir gişe filmi olmasından mütevellit, pek fazla eleştirilmesi doğru değil. Haa illa eleştrilecekse; yaşayıp yaşamadığı bile muamma olan Ulubatlı’nın Fatih Sultan Mehmed’le olan kankalığından dolayı direk 0’ı alır. O nedenle pek önemli değil; yok aşk hikayesi varmış, yok ulubatlı var mıymış yok muymuş sallamamak lazım. Milletin binlerce sayfalık mitolojisi var bizimde bi ulubatlımız olsun madem, nolacak.

 Faruk Aksoy filmografisine dönelim; Çılgın Dershane'lerden sonra, neredeyse hiç göt göremediğimiz bu filmi çekerken çok sıkılmış olmalı.

Son olarak; öyle ilginç bir film ki; beğenen "turancı derler" diye beğendiğini söyleyemiyor, beğenmeyen; "marjinal olmam lazım" diye itin götüne sokuyor filmi. Biraz kendiniz olun amk.

Filme puanım;

5.5/10

picture retrieved from; .netaktuel.com

Bay bay.

23 Şubat 2012

can bonomo ile kutu kutu pense: "love me back"

“Tüylerim ürperdi önce, şarkının nakarat kısmına gelindiğindeyse meme uçlarım sertleşti, bittiğinde hala kafamda "na-na nino na-na" sesleri yankılanıyordu; bütün bunlar şarkının olmadığı yönünde vücudumum istemsiz tepkisiydi sanırım.”

Bundan 2 ay önce filan, Can Bonomo mevzuu nu şurdan ele almıştım;

“can bonomo ile milli davamız eurovision”

Demiştim ki özetle; “lan durum bi amk, eleman şarkısını yapsın hele.” Sürpriz bişey bekliyodum zaten, bu çocuktan sıradan bişey çıkacağını hiç düşünmedim ama bu kadarıda çok olmuş lan. "nani nina nina nam", "ley ley ley", "hop hop" gibi ezginin sözlerini sounda uydurmak gayesiyle yapılmış salak sulak sözlerden daha çok nefret ettiğim bi söz varsa oda; “şappi şappi” ve “van tu tıri foro” dur.

Hiç bi eurovision yarışmasını sonuna kadar izlemedim ama bu sefer izleyecem, "sahne şovu böyle bir şarkıyı ne kadar değiştirebilir" bunu çok merak ediyorum. Bide anlamadığım bir diğer mevzuda biliyon nu?

“Anadolu ezgileri”(çok kılım bu ikiliyede neyse) mevzuusu. Türkiye'ye yarışma komitesi böyle bi şart koşuyor heralde her sene;

“En az 4 vuruş darbuka yada 5 tıngırdatmalık telli çalgı sesi olmazsa yarışmaya katılamazsınız.”

Vatevır, şarkı şu;


Şimdi kazanma şansımızdan falan konuşabiliriz evet, ben 7 ile 12 arasında bir yerde olacağımızı tahmin ediyorum. Şarkıya puanım;

4.5/10


şunlarda sözleri, cahiller vardır aramızda diye türkçesiyle birlikte;

Oh, Hey, hey! Baby love me back today
Never ever sink my ship And sail away

Ooo, hey hey! Bebeğim, bugün sen de beni sev
Batırıp gemilerimi, yelken açma uzaklara,

Oh, oh, ah! Baby don't shut me down
Give me all the love I need And I'll be gone

Oh, oh, ah! Bebeğim beni geri çevirme
Sen bana bütün aşkını ver. Ben giderim uzaklara,

I'am a lonely sailor drinking the night away
My ship is made from hope She's searching for your bay
But you don't care...

Ben yalnız bir denizciyim, içerek geçer gecelerim.
Gemim umuttandır benim, arar durur senin denizlerini.
Ama sen umursamıyorsun,

Hop on to my ship baby I'll make you fly
You love me and you know that baby Don't you lie
Like me like I like you and say Nan nanı nanı nanı na...

Hadi sen de atla gemime, ayaklarını yerden keseyim.
Sen de beni seviyorsun bebeğim, bana yalan söyleme,
Sen de beni, seni sevdiğim kadar sev ve söyle: Nan nanı nanı nanı na...

Oh, oh, oh! We need a bit of Rock'n Roll
Baby don't you crush my soul And make me fall

Oh, oh, oh! Biraz rock'n roll'a ihtiyacımız var,
Ruhumu ezme bebeğim ve beni düşünme!

Oh, hey, hey! Baby love me back today,
Don't you ever sink my ship and sail away.

Ooo, hey hey! Bebeğim, bugün sen de beni sev,
Batırıp gemilerimi, yelken açma uzaklara!

Hop on to my ship baby I'll make you fly
You love me and you know that baby Don't you lie

Hadi sen de atla gemime, ayaklarını yerden keseyim.
Sen de beni seviyorsun bebeğim, bana yalan söyleme!

Like me like I like you and say Nan nanı nanı nanı na...
Na na nani nani nan nan nan nan naa naa

Sen de beni, seni sevdiğim kadar sev ve söyle:
Nan nanı nanı nanı na nani nani nan nan nan nan naa naa.

Pirates, high seas, cautions, cannons and potions
A sailor's passion can always conquer the oceans
Sing with me my children,

Korsanlar, açık denizler, tehlikeler, toplar ve iksirler,
Bir denizcinin tutkusu, okyanusları fetheder.
Benimle söyleyin çocuklarım.

Hop on to my ship baby I'll make you fly
You love me and you know that baby Don't you lie

Hadi sen de atla gemime, ayaklarını yerden keseyim.
Sen de beni seviyorsun bebeğim, bana yalan söyleme.

Like me like I like you and say Nan nanı nanı nanı na...
Na na nani nani nan nan nan nan naa naa.

Sen de beni, seni sevdiğim kadar sev ve söyle:
Na na nani nani nan nan nan nan naa naa..

Hayde!
Na na nani nani nan nan nan nan naa naa
Na na nani nani nan nan nan nan naa naa

(burayı çevirince yazcam)


picture retrieved from; haberler.com

21 Şubat 2012

sıradışı bir seri katil ve suçun masumiyeti

"Birşeyin meşruiyeti, onun; hukuğa uygun, yasalarca sorun teşkil etmeyen yönünü ortaya çıkarır. Peki bir suçun meşruiyeti, zihinlerde masumiyetle sağlanabilir mi? Bu mevzuyu bir seri katilin ilginç öyküsünü ele alarak irdeleyecez: Ted Bundy."

Seri katil(serial killer) tanımı bazı kaynaklara göre, 1 aydan daha uzun bi sürede aynı anda 2 ve daha fazla olmamak üzere 3 veya daha fazla cinayet işlenyenler için kullanılırken(kafam karıştı amk 1-2-3 derken), bazı kaynaklar ise seri katil olabilmek, çok kısa bi süre arayla 2 cinayetin yeterli olabileceği yönünde bilgiler veriyor. Genelde Türkiye’de haber bültenleri bu 2. seri katil tanımını kullanılır.

Kesin bir seri katil tanımına varılmış gibi görünmüyor ama en azından bu tanımın ilk kimin için kullanıldığını biliyoruz: Ted BUNDY.

Tarihte son yüzyılın en bilinen seri katilleri; Charles Manson, Charles Starkweather, Caril Fugate, David Berkowitz, Dennis Nilsen, Dr. Henry H. Holmes ve Earl Leonard Nelson bunlardan bazıları. türk seri katiller vardı bide kimdi onlar; Artvin Canavarı, Bebek Yüzlü ve Çivici Katil bunlardan bazıları.

Ortak özelliklerini psikoloji uzmanları; empati yoksunluğu, psikoz tanıları, bencillik, ve psikopati olarak yorumluyolarlar. Tüm bunlar birleştiğinde ise asıl tanıya ulaşılıyor; anti sosyal kişilik bozukluğu, yani; sosyopati. İşte burda devreye, J.M. Macdonald’ın üçleme kuramı devreye giriyor, "Macdonald Kuramı" nedir ona bakalım bi;

Bu kurama göre Macdonald; 5 yaşını geçmiş çocuklarda ateşle oynama, yatağı ıslatma ve en önemlisi hayvanlara işkenceyi seri katillerin ortak özellikleri olarak görmekte. Hayvanlara işkence konusunda, itiraflar ve bulgularla en bilindik örnekler; Richard Kuklinski, Dennis Rader, Dr. Henry H. Holmes ve Gary Ridgway’e ait. Sosyopati tanısı açısından en önemli bulgu, Macdonald’ın “hayvanlara eziyet” çıkarımından kaynaklanıyor. Neden peki? Sosyopatiyi tekrar hatırlayalım neydi;

“Kişinin, gelişmemiş vicdan dürtüsü ve empati yoksunluğuna sahip oluşunu ön gören, yaşadığı toplumun etik- ahlak kurallarını reddeden davranışlar sergileyen, psikoanaliz yöntemleriyle erkek deneklerde kadın deneklerden daha sık rastlandığı ıspatlanmış pskolojik tanı; anti sosyal kişilik bozukluğu.”

Benim yaptığım çıkarım; "her kötülüğün anası sosyopatidir" gibi bişey, neyse.

MacDonald üçlüsünün güvenilirliğide tartışılır aslında. Hayvanlara eziyet konusu tamam, büyük bir ortak nokta fakat kuramı neredeyse bok yoluna gönderecek birini tanıyoruz aslında biz, yandaki fotoğrafa lütfen. Saygıyla anıyoruz kendisini, Allah rahmet eylesin.

Bundy mevzuuna gelelim artık;

Dindar bir ailenin çocuğu olan Ted, daha çok küçük yaşlarda annesinin dikkatini ilginç davranışlarıyla çekti, yaşıtları top peşinde koştururken o kümesteki tavukları kovalıyordu. Okul hayatınına başladığında ise öğretmenleri keskin zekasıyla kendine hayran bıraktı. Henüz ergenliğin ilk yıllarında, “bu çocuk çok canlar yakacak” dedirtti.

Yakışıklı, zeki, çalışkan, ikna kabiliyeti kuvvetli fakat bir kaç hırsızlık ve taciz olayına karışmış genç bi çocuktu liseyi bitirdiğinde. Okey masasında arkadaşlarının kendisine "seriiiii!" demesinden keyif alırdı.

Kendi ağzından hayatını anlatırken, liseyi bitirdikten sonra ilgi alanının "Snuff" filmler izlemek yönünde değiştiğinden bahsediyor. Snuff nedir; iğrenç mi iğrenç; hem seksli hem kesmeli biçmeli filmler falan.

Ted’in suça eğilimini davranış bozukluğuna bağlayanlar olduğu gibi, yerel bi tv de suç muhabiri olan yakın arkadaşınında iş deneyimlerini kendisiyle paylaşmasının suç eğilimde etkisi olduğu yönünde görüşler vardır. Kankası, Ted’in suçlarını kabul edeceği dakikada ancak korkunç gerçeğin farkına varacaktır; aslında Ted’in işlediği bir çok cinayeti; faili meçhul anonsuyla ilk kendisi servis etmişti. Neden bunu Ted’in cinayetleri itirafına dek farketmedi bu adam? İşte bizde tam buranın altını çizecez az sonra.

Bundy’nin cinayetlere başladığı öngörülen tarih, 1974’ün Ocak ayı. Fakat Seattle ve Philadelphia'da da yaşadığı bölgeye yakın ergenlik ve ilk gençlik dönemlerine rastlayan, 2 kayıp ve 1 cinayet vakaası dikkat çekiyor.

1974 yılından 1978 yılına kadar, bazen bir taksi şoförü, bazen bir polis, bazense bir temizlik görevlisi kılığında maktüllerine yaklaştı; bu 4 yılda 2 kez yargılandı, 2 si başarılı olmak üzere 3 kez kaçma girişiminde bulundu.

* 1975’te bir bayanı kaçırmaya teşebbüs ettiği için 15 yıl hapis cezası aldı. Suçunu reddetti.

* 1977’de firar etti.

* 1978’de yakalandığında seri cinayetler nedeniyle yargılanmaya başlandı.

Ted Bundy’nin ünü tam burda başladı. Sayısız avukatının savunma talebini reddetti, infazından 3 yıl öncesine kadar savunmasını yalnız gerçekleştirmekte ısrar etti. Onun bu cüretkar tavrı, kendisini yakından tanıyanlar için sürpriz değildi. Suçsuzluğunun eninde sonunda ıspatlanacağından emin biri nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranıyordu.

Mahkeme salonundaki agresif tavırları, hitabeti, şık giyimi basında sık sık yer almaya başlayınca bir çok kişiyi kendine hayran bıraktı.

Yakışıklı, zeki, kariyer sahibi biri nasıl katil olabilirdi ki? Suçsuzluğundan hiç şüphe duyulmayan birinin "infaz" ile yargılanmasına tanık olunuyordu. Her mahkemeye çıktığında dışarda kendisinin masumiyetine inananların sesiyle salon inliyordu.

Ted Bundy, infazından yaklaşık 2 yıl öncesine kadar hiç bir suç işlemediğini ıspat etmeye çalıştı.Yaklaşık 9 yıl boyunca tüm iddaları yalanlamak için elinden geleni yaptı fakat artık önüne konan herşey aleyhineydi. İnfaz kararının temyiz edilmesine dair umudu tükendiğinde bambaşka birine döndü. Yargılama sürecinde ortaya konanlara ek olarak sayısı 40 ı bulan cinayet işlediğini kabul etti.

* Peki bu 9-10 yıl, insanların davranış bilimine dair hangi dürtülerini koydu?

Yakışıklı birinin katil olmak ihtimali herzaman gözardı edildi.(sözde) Bundy’nin yargılama sürecinde kazandığı popülarite; suçlarını itiraf etmesiyle doruklara ulaştı.(bu yüzden sözde) Kendisinden önceki katil profillerine uymuyor olması bunun nedenleri biriydi, kendisinden sonra "seri katil" denildiğinde akla gelen ilk isim O oldu.

İnfaz edilmeden önce sahip olduğu eşyalar(diş fırçası, takım elbisesi, ayakkabıları), firar ettiğinde kaçırdığı otomobili(VW), milyon dolarlarla sahibini buldu. (Ne kadar garip demi lan?)

Olayı "Stocholm Sendromu"na bağlamayacam korkmayın. Durumun sadece bir pskiyatrın ortaya koyduğu sendromla açıklanacak kadar basit olmadığını; davranış bilimininde henüz bu konu hakkında pek fazla gelişemediğini düşünüyorum.

Mevzuya giriyoruz yavaş yavaş;

Daha basite indirgeyelim mi olayı? Bi oyun oynayalım; aşağıda 3 kişinin resmi var, bunlardan hangisinin katil olduğunu bulmaya çalışalım.


* ilk fotoğraftaki eleman;

Çatık kaşları, inanılmaz güzellikteki gözleri ile bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi, evet; seri katili ben buldum galiba.

* orta fotoğraftaki eleman;

Yakışıklılığıyla dikkat çekiyor, bu yanıltma fotoğrafı olabilir; nitekim gözlerinden masumiyet akıyor adeta.

* son fotoğraftaki eleman; bi filmden alındığı çok çok belli bu fotoğrafın, hemde duygusal bi film bu. Böyle adamlar ancak o filmlerde olur.

Çözüm;

ilk fotoğraftaki eleman;
Marty Feldman. Komedi filmleriyle ünlü bir aktör.

orta fotoğraftaki eleman;
Shane MacGowan. İrlandalı müzisyen, cana yakın kişiliği ve duygusal şarkılarıyla tanınıyor.

son fotoğraftaki eleman;
James P. Riva. Vampir katil olarak biliniyor, babannesini öldürüp, kanını içtiği için 1981 yılında yakalandı.

Suç bazen gözlerimize bir perde çeker, bazense önyargıların yerini alır.

Neyse;

Leon’u hatırlıyonuz demi? Ne düşünüyom biliyon nu, gayette tartışırım aksini iddia eden elemanlarla falan; "Jean Reno hollywood ve avrupa sinemasının en çirkin aktörüdür." Google’a Jean Reno yazarsan "ugly" diye kendi tamamlar, o kadar yani.


Peki Leon'u izleyen hatunlarımızdan kaçtanesi "ıyykk" etti bu adama? Mathilda’nın yerinde olma hayali kurdu alayı. "Bu kızda da hiç akıl yok anam, ben olaydım leon her gece benimdi." dediler muhtemelen.

Kah işi için, kah yanındaki "saabi sübyan" için öldürdüğü hangi adam leon’u gözümüzde “suçlu” yaptı.(yada katil işte ne dersen)


Hacı ama gerçek; Leon katil olduğu için karizmatik ve yakışlıklıydı. İnanılmaz bi benzerliğede dikkat çektim şu an.

Vatevır;

örnekleri çoğaltıyım mı?

Silence of the Lambs (1991), No Country For Old Man (2007) se7en (1995), Taxi Driver (1976), The Usual Suspects (1995), Natural Born Killers (1994), Hannibal (2001), The Story of a Murderer (2006)...

gider bu böyle; ben üzerinden en güzel örnek verebileceğim bi kaçtanesini seçiyim en iyisi;

No Country For Old Man (2007) - Javier Bardem


2007 yılının Nisan ayına kadar hiç bir şekilde siklenmemiş olan Javier, bu filmle paranın amına koymaya başladı işte. Onca iyi adamı oyladı, yıllar yılı şeker çocuk oldu bi boka yaramadı. Javier'e olan hayrağın nedeni çok güzel rol kesmesi miydi acaba? Ulan herkes övdü ama, put gibi durup somurtmaktan başka ne yaptı bu adam bu filmde ya? Ödül mödül hikaye; iyi oyuncu olsaydı eğer bu filmi beklemezdi. Bi google trends yapın bakiim Javier Bardem diye, ne çıkacak.

Taxi Driver (1976) - Robert De Niro




Bu filmi izledikten hemen sonra, banyonun aynasına koşup; "are you talkin' to me?" demeyen var mıdır acep çok merak ediyorum. Evet, bende yaptım çok güzel oluyo.

1982'de Los Angeles'ta caddedeki fahişeleri öldürdüğü için yakalanan katilin en sık kullandığı cümle; "are you talkin' to me?"

The Usual Suspects (1995) - (burası boş, izlemeyen vardır diye)




Brian Singer'in yarattığı Keyser Söze karakteri, sinema dünyasına damgasını vurdu. Bu fenomenin ilk kez ortaya çıktığı 1995 yılından bu yana sayısız kişi sosyal medyada "nick name" olarak "keyser söze" ve türevlerini kullandı-kullanıyor. Keyser'e duyulan hayranlık; kelimelerle açıklanacak türden değil, filminde önüne geçen biri o.

Peki Keyser'in Türk kökenli oluşundan; sayısız suçu nedeniyle gocunan oldu mu acaba? Hiç sanmıyorum.

Vatevır;

80 tane film yazarım burayada, zaten uzun yazı amk. dahada karıştırmayalım, merak eden googlelar. Şu kadarını söylemek istiyorum sadece artık bu konuyla ilgili; ”seri katil” temalı 1980 yılından günümüze değin hollywood imzalı 200’e yakın sinema filmi ve tv dizisi yapıldı. Belgesellerden bahsetmiyorum bile. Talep olmasa arz olur mu la?

Şimdi tekrar yukarılara çıkalım;

Ted Bundy’yi idamla cezalandırılan hakimin kendisine son sözlerine bi bakalım mı?

"it is further ordered that on such scheduled date that you will be put to death by a current of electricity,sufficient to cause your immediate death and that current of electricity shall continue to be passed through your body until you are dead. take care of yourself, young man. i say that to you sincerely; take care of yourself, please. it is an utter tragedy for this court to see such a total waste of humanity as i’ve experienced in this courtroom. you’re a bright young man. you would have made a good lawyer and i would have loved to have you practice in front of me, but you went another way, partner. take care of yourself. i don’t feel any animosity toward you. i want you to know that. once again, take care of yourself."


Yani;

“İdamınıza karar verilmiştir, ölene kadar vücudunuza mevcut sistemle elektrik verilecektir. Genç adam, kendinize iyi bakın. Bunu samimi olarak söylüyorum, kendinize iyi bakın. Şu anda yaşadığımız gibi, bu mahkeme salonunda insanlığın tamamiyle heba edildiğine tanık olmak bu salondakiler için trajedidir. Zeki, genç bir adamsınız. İyi bir avukat olabilirdiniz, arkamda çalıştığınızı görmek beni mutlu ederdi, fakat ortak, yanlış yoldan gittiniz. Kendinize iyi bakın. Size karşı düşmanlık beslemiyorum, bunu bilmenizi isterim. Kendinize iyi bakın.”

Hakim Edward D.Cowart; Bundy’ye 4 defa "take care"(kendine iyi davran) diyor. "Ben hakim olsam; "geber itoğlu it, idam edilecen ehhee", diye okurdum bu kararı." derdim ama; Ted’in tüm bu yargılama sürecinde hakimin gözünde ne kadar büyük hayranlığını kazanmış olduğunu anlamak zor olmasa gerek sözlerinin tamamını göz önüne aldığımızda.

Ted Bundy’nin suçlarını itiraf ettiği süreçten sonra yaptığı röportajların satır aralarındaki enteresan sözleri, bugün paylaşılıyor, konuşuluyor, aranıyor, ezberleniyor. Daha öncede dediğim gibi; şuçun-suçlunun masumiyeti, yani zihinlerdeki meşruiyet, bence hala davranış biliminin açıklayamadığı bir konu. Milgram Deneyi'nin önemi burdan kaynaklanıyor; neden-sonuç, yorum imkanı var.

"Biz seri katiller sizin oğlunuz, sizin kocanızız biz her yerdeyiz. Gelecekte daha çok çocuğunuz ölmüş olacak."

Bu yukardaki sözler Bundy'nin suç ve suçluya olan sempatiye dair herkesten daha çok şey bildiğinin ıspatı gibi.

* Galiba hepimiz birazcık katiliz.

Theodore Robert "Ted" Bundy; 23 Ocak 1989'da elektrikli sandalye ile idam edildi.


bay bay.


pictures retrieved from; itusozluk.com, yenisafak.com, wikipedia.org, whenmidnightcomesarond.blogspot.com, tgdaily.com, nbc33tv.com, murderpedia.org, oddee.com

17 Şubat 2012

okla gösterilen “bu kişi”ler

 Bahsettiğim “bu kişi”ler, facebookta yaratıcılığın sınırlarını zorlayan saygıdeğer arkadaşlarım.

“Bu resmi beğenmeyen beni listesinden silsin.” Hatta “bu resmi paylaşmayandan rabbin rahmetini esirgesin”(kabe resmi kendisi) gibi iddialı paylaşımlar görmüştü bu gözler ama bu seferki çok daha farklı ve beni küçük ibo'ya bağlayan bi mevzuu

  (üstüne basılan resim kabarır, ben öyle eşşek kadar resim koymayı pek sevmem)

 Yaratıcılık falan dedik demi? Kimin aklına geldi lan bu çok merak ediyorum valla, bahsettiğim olay şu aşağıdaki;

  Burda okla gösterilen kısımda (ok kullanıldığı gibi, parmaklılarıda var bunun) gördüğünüz üzre elemanın profil fotoğrafı var. Lakin aynen resimde çizdiğim gibi bir ironi sözkonusu; ok çok kesin kararlı bi şekilde köşeyi işaret ederken kullanılan dil sert ve ciddi, yazının karakterleri ise insanı görünce altına sıçtıracak cinstenken, elemanın profil fotoğrafı;  yaptığı paylaşımın karizmasını yarıp atıyor resmen.

Yanda ise farklı bir örnek görmekteyiz.

  Ben “bu kişi” yazısı ve oktan sonrasını okumuyorum açıkcası, yani ne yazmış umrumda değil. Diyelim umrumda; ne Hz Muhammed’e ne de Mustafa Kemal Atatürk’e olan hayranlığımı böyle dandik bi yöntemle ifade ederdim, hatta eder miydim ki? şimdiye kadar yapmadım en azından. Sırada başka bir örnek var;
 
 Aklıma ne geldi biliyon nu, hani hani facebook arada bi ansınız değişiyo falanya, profil fotolarını birden paylaşımın ortasına alsaya Mark. Ne ağlarlar ama lan, onca oklu resim çöpe direk.

 Bu gerizekalılar benide uyandırdı yalnız. Misal bende şunu yazıp; "BU KİŞİ, ......(burada hakaret falan var) elemanı etiketlesem aynı muhabbete gelmez mi? hmmm.

Gibi gibi.

  Bana çok ilginç geliyo lan, bilmiyorum belkide ilginç olan benimdir. Tuhafıma giden şeyleri söylüyorum işte, eğer normal olan bensem; 30 yaşına gelmiş  adamlara davranış bilimini öğretecek halim 
yokya. Kendilerine sorsan muhtemelen "ne var bunda?" diyecekler. Şimdi çok alakasız gibi gelebilir ama,  "Tanrı"  kelimesini kullanmaktan imtina eden eleman; aynı özeni başka şeylerde de gösterebilse keşkem, yandaki resimlere davet ediyorum sizi.

"Forwardla bakiim ne olacak?" mevzusu vardı eskiden, buda o kadar tutacak gibi ehehe.

Lan az daha unutuyodum, beni en derinden etkileyen ve gözlerimi yaşartan "bu kişi" paylaşımı;

Yazı, "bu kişi" paylaşım arşivine döndü ama neyse, birinin işine yarayacaksa ne mutlu bana :)

bay bay.

15 Şubat 2012

devrim tarihi: 14 şubat nedir, ne değildir?

 Bugün 15 şubat. Hiç bir anlamı yok değil mi ? Oysa daha dün... Hepimizde ufak bir kıpırdanma, ufak minik bir telaş ve bolca kaygı yok muydu? Neyseki atlattık...

 14 şubat ben küçük bir çocukken Banu Alkan'ın seksi seksi sabah programlarına katılması, etrafta gördüğüm kırmızı kalpler, babamın anneme gül göndermesi filan demekti. Ben büyüdüm, 14 şubat büyüdü... Öyle büyüdü öyle büyüdü ki, tüketmeye yer arayan toplumumuzda abardıkça abardı. Erkekler "son 10 saat sevgililer gününe birini bulmam lazım" artık derken, kızlar "ay acaba bu sefer kapabilecek miyim tek taşı" diye sinir krizleri geçirir oldu...

  Sevgilisi olan, tek taşı çoktaaaaan parmağına takmış biri olarak yazıyorum... İşte budur 14 şubat...
"Sevdiklerinle sevgi dolu saatler geçirmek."

  Zaten hergün gördüğüm, beraber olduğum erkek arkadaşımla; herhangi bir yere gidip her zaman yaptığımız gibi bir yemek yemek, ya da 14 şubat yüzü suyu hürmetine 1 olan fiyatlarını 1000 e çeken herhangi bir yerde başbaşa eğlenmektense, bu yıl sevdiğim arkadaşlarımla hep beraber olmak istedim...

"Aaaa hep beraber 14 şubat mı kutlanır?" diyecek olursanız, durunuz.
       
             PİTİPAUSE KLİŞELERİN İNSANI DEĞİLDİR! eheheh

  Hem sevgilisi olmayan arkadaşlarım neden o gün herhangi bir üzüntü sıkıntı hissetsin, boş boş evde otursun ya da "yalnızlar partisi" gibi oldukça ezik "konsept"lerde boy göstersin ki...

 Yalnız malnız değiller çünkü.Yılın geri kalan tüm günlerinde bizimle olan adam, neden 14 şubattaolamasın ki?

 Hem bir şey söyleyeyim mi, klişeleri eleştirirken de klişeleşiyorsunuz benden söylemesi.


   Neymiş efendim 14 şubatta oyuncak ayı alma klişesiymiş, çiçek alma klişesiymiş.
 
   Hayır...  Sad Sam den daha şirin, ve çiçekten de daha ince  hediye yoktur.

 Herneyse, işte ben seviyorum ya canım arkadaşlarımı, sevgililer günüydü ya dün, topladım hepsini karaokeye gittik. Çok da eğlendik. Kimse sevgilisine mıç mıç mıç yapmadı (ki yapan olsa muhtemelen şamarı patlatmıştım), herkes sarıldı kucaklaştı filan. Muhteşemdi...


  Ve böyle bir geceyi organize ettiğim için birden bire kanatlarım çıktı :)



Ha şunu söyleyim en son bir de, o 'mıç mıç' çiftler eninde sonunda çok pis ayrılıo eheheheh :)

14 Şubat 2012

sevgililer günü yazısı

Günün anlam ve önemine dair bişeyler.


(konu ile ilgili, gözden kaçmaması gereken ibretlik bir hikaye; bakınız: "sevgililer günü hikayesi"

  Her sene insanlığın neredeyse yarısının lanet okumasına rağmen hala tedavülden kaldırılmayan bir gün olması ne acayip demi lan? Asırlık tespit geliyo; ben bunun nedenini, malum gün yaklaştıkça stresi artan insanların her yıl büyük bi kısmının değişmesine bağlıyorum. Şundan emin olun ama, sevgilisi olmayanlarda  her 14 şubatta sevgisiz geçen kendi sevgililer günlerini düşünüp bir taraftan şükrederken, bir taraftan bugünü sevgilisiz geçirenler için üzülüyolar.

 En azından ben öyleyim-öyleydim yani. Çok iyi insanımdır. Elimde olsada evlilik programı sunacam ama maalesef...

 Ben o; “14 şubat’a ne gerek var yaaaa, seviyosan her gün sevgililer günü”“tamamen ticareti canlandırmak için uydurulmuş bişey” yada;  salakların kutladığı bi gün” diyenlerden değilim. Hatta kimse kusura bakmasın ama, bu tarz takılan elemanları çok pis sikesim var, naapsam bilmiyorum?

 Ne var lan yarrak? Yılda bi gününde sevgilin için olsun. Sikmişim ticaretini, hediyeni. Bi çikoleta bile alsan, hediye hediyedir. Haa yok eğer sen; "çikoleta alırsam tekmeyi yerim", "hatunum arkadaşlarına hava atamaz" diye düşünüyosanda, beynini kargalara versem et deyip yemez, öyle bi adamsındır.

Vatevır;

 Herkes über sevgililer günü uzmanı zaten, o halde bende önerilerilerime geçiyim; sevgilisi olanlar zaten hazırlandılar bugün için, sevgilisi olmayan ve hassas ruhlu erkeklere-hatunlara bikaç öneride bulunayım;

* Çok lazım değilse dışarı çıkmayın, cafe mystic hariç, hiç bi kafeye gitmeye lüzum yok. istatistiklere göre hiç ağızdan öpüşmemiş acer sevgililerin çoğu kaza kurşunlarına kadar varan hatalar yapacak, sizinde sinir katsayınız yükselmesin.

* Haber kanalları hariç, tvden de uzak durun. 10 gün önceden başladılar zaten kafa sikmeye, sevgililer günüde sevgililer günü diye. Ne gerek var moral bozmaya?

* 15 şubatın çok yakında geleceğini hayal edin. Moraliniz için bu çok önemli.

aldım gınıdızdan.

sevgililer günü hikayesi

O gelemeyecekmiş abi işi varmış, ben gitcem yanına.” Türevinden bişeyler söyledim. Ulan 3 çift oturuyo amk karşımda. Nasıl dayanırım bu duruma? 


(şu post, bu post yüzünden gözden kaçmamalı; "sevgililer günü yazısı")

  Lisede çılgın bir ergendim. Suratım sivilcelerle hiç bi zaman dolmadı ama ergenliği iliklerime kadar yaşıyodum, bir sevgilim vardı. İyi hatundu Allah için. İlk kez sevgilili lili lili yar bir 14 şubat geçirecektim.(tutamadım kendimi)

 Daha yıl başında düşünmeye başladım, “Ulan ne alsam acep kıza?” ve”En çok hangi hediye mutlu eder onu?” falan filan diye. Gece rüyalarımda; züccaciye dükkanlarını, japon pazarlarını geziyorum hediye bakmak için, o kadar kafaya taktım. (çılgın ergen deyince, kafamda oluşan imaj direk "öyle bir geçer zaman ki: mete"ye dair oluştu nedense)

 Arkadaşlarımın kafasını sikmeye başlamıştım. Hatun arkadaşlardan hergün 14 şubat için hediye tiyoları, erkek arkadaşlardan indirimde olan mağazaların mahallerini öğrenmeye falan çalışıyodum.

14 şubata bi hafta kala, hediye seçeneklerini değerlendirmeye aldım ve ne kadar yakın arkadaşım varsa hepsini peşime taktım; kızılaydaki tüm dükkanları sıradan geçirerek hediye bakmaya koyulduk. Onlarda bakıyo tabii sevgililerine hediye falan ama merkezde ben varım. En çok kafa siken benim.

 Bi bok beğenemiyorum amk. Hırka? Olmaz. Kolye? Çok sıradan. Kitap mitap? Kız entel değil, beğenmez. İnternetide yokluyorum tabii arada.

Neyse;

 Tarihler 11 şubatı gösterdi, sevgilisini kapan 14 şubatta yüksel-2 deki bi kafede buluşup kutlayacaz, plan bu. Toplu sevgililer günümü olur amk. şimdi düşününce gerçekten çok mal olduğumuzu anlamam hiç zor olmuyo.

 Eve geldim, yorgunum deli gibi. Hatun kişiyle bir gün önce konuşmuşum herşey iyi güzel falan, telefonuma gelen bir mesajla irkildim;

“ayrılak mı anam?”

Laaayn? Elim ayağım titredi, rengim attı. Ne diyeceğimi düşündüm 1 saat. Şunu demek bile aklımdan geçti;

“hediyeni veriyim 14 şubatta, 3 gün sonra ayrılsak olmamı yavrım?”

Demedim tabi, sikerler. “Peki” dedim. Ertesi günde aradı beni, gerekçesini söyledi. Şimdi düşününce gerçekten çok osuruktan şeyler falan ama o zaman için gayet mantıklı gelmişti.

Bir sorun var; ben hatundan ayrıldığımı 14 şubat hevesiyle 2 ay boyunca kafasını siktiğim arkadaşlarıma nasıl söyleyecektim? Çok düşündüm, 144 lük iq ya sahip olduğum içinde hemen bi çözüm buldum.

* 14 şubata kadar ayrıldığımı söylemeyecektim, buluşmaya yalnız gidecektim. Yedirememek böyle bişey işte. Nasılım?

 Tarihler 14 şubatı gösterdi, sevgilisiz biri olarak gittim, Kızılay'da, en meşur o çiçekçide bi demet papatya yaptırdım. Arkadaşlarla buluşacağımız kafeye gittim. "Hatun ne zaman gelecek lan?" diyenlere;

“O gelemeyecekmiş abi işi varmış, ben gitcem yanına.” türevinden bişeyler söyledim. Ulan 3 çift oturuyo amk karşımda. Nasıl dayanırım bu duruma?

 30-40 dk oturdum, "hady bakalım mesaj geldi ben kalkıyom" deyip kalktım. Nasıl hızlı yürüysem elimde çiçeklerle, 10 saniyede yükselden milli müdafaya gelmişim. Bir sorun var şimdi;

* Çiçeği naapmalı?

A-) birine uzatmalı, "buyur belki sevgilin vardır" demeli

B-) çöpe basmalı.

C-) götürüp anneye vermeli

D-) bir köşede birini bekliyomuş ayağına, unutmuş gibi yapıp orada bırakıp uzaklaşmalı.

* Çözüm;;

A-) Cesaret edemedim, belki yalnıza denk gelir diye heralde.

B-) Dikkat çekerim diye utandım. Şimdiki aklım olsa böyle bi duruma zaten düşmemde, düşsemde sikimde. olmazdı.

C-) Bunu neden yapmadım, nedenini hala anlamıyorum.

D-) En güzeli gibi göründü, ustaca yapılırsa bi sorun teşkil etmez.

Cevap D-)

Evet, öyle yaptım.

 Hatunun benim arkadaşlarla haberleşme olasılığı yoktu pek zaten, ayrıldığımı 2-3 gün daha söylemedim, sonra anlattım durumu. Çakan olmadı.

 Niye böyle bişey yaptım hala anlamıyorum lan! Galiba yedirememek tam olarak budur. O nedenledir ki, bugünlerde sevgisi olan olmayan herkesin pskolojisini çok iyi anladığıma inanırım hep.

 Hatuna gelelim ne oldu, 1-2 ay sonra yine konuştuk, aradı; lakin o zamanda ben birine göz koymuştum. 2 kişiyi aynı anda idare edemeyecek kadar beceriksiz olduğunu bilen, gözü kara fakat aynı zamanda da mantıklı düşünerek hata yapmak istemeyen zeki bir ergen olarak en mantıklısını yaptım. Hala bir yerlerde beni izlediğini biliyorum. Muhtemelen bu yazıyı yarıla yarıla okuyacak. Okusun amk. ama okuyup tekrar aramasından korkuyorum.

Buda böyle pskolojik bir hikayedir.

Bay bay.

9 Şubat 2012

gerçek dost, “ağzın kokuyor!” diyebilendir

  Hiç yok dimi lan böyle dostunuz? Benimde yok valla ne yalan söyleyim. Ters mantıkla, bende kimsenin gerçek dostu değilim.

    Bunu neden yazıyorum biliyon nu? Çünkü, “ağız kokusu utangaçlığı” benim kanayan yaram, hezeyanım, serzenişim ve söyleyemediğim hüzünlü hikayemin bir parçası. Hani “özünde iyi olmak” olayı varya işte, en saf haliyle burda başlıyo bence.

 Kabul edelim lan, hepimiz iyi insanlarız! Bunu demek, hayatımda belkide yüzlerce defa aklıma geldi ama her defasında ya ordan kaçmayı denedim, yada bi büfeden ciklet kapmaya koştum. Hiç bir zaman diyemedim "ağzın kokuyor arkadaşım" diye. 

 Belki utanır, belki özgüveni kırılır, belki alınır, belki sinirlenir, belki belki belki.....

  Ahh ulan, şu "belki"ler yok mu? söylesen ne olacak sanki? Söyleyemedim. İşte o yüzden bu yazıyı yazıyorum, yarın bi gün ağzı kokan arkadaşıma diyecem;

 "Lan olum bi yazı yazdım inanılmaz güzel oldu lan blogda! Bi okusana sende, başlığı: gerçek dost: ağzın kokuyor diyebilendir."

Bak gördün mü, yine diyemedim eheh. Melek gibi adamım vesselam.

  Tamam, diyelimki herşeyi göze alıp  bunu söylemeye karar verdik, bu zorlu işi nasıl hak edip becerecez onuda düşündüm;

* komik bişeymiş gibi mesela;

- sen ne dedin?
- görüşmeyelim dedim abi bende çok sinirliydim.
- eheh hacı ne diycem bak, ağzın nasılda kokuyor biliyon mu senin ehehe!
- ben gülüyo muyum?
- kokuyo ama?
- koksun.

* ciddi;

- naber lan yavvşak? selamsız pislik seni.
- napıyım lan adi. uğraşıyoz işte eheh.
- selahattin, kusura bakma ama ağzın lağım çukuru gibi kokuyo  ya!
- evet.
- git bi sakız al bişey al, evet ne?!
- boşver şimdi eve gidecem yemek yerim.

* sinirli;

- ahaha sonra ne oldu hacı ya?
- sonra bizimkiler geldi falan yatıştırdılar ortalığı gittik ordan hehehe..
- ağzın kokuyor şerefsiz, defol git bişey iç bişey ye ne biliyim, bayılacam burda bakma güldüğüme.
- espriler şakalar ama?
- kokuyu geçir sonra devam ederiz, şu an ilk kez birine ağzın kokuyor demenin stresini yaşıyorum zaten.

Vatevır;

  Lan 7/24 ağzı kokan arkadaşlarım var mesela, sıçan kemirmiş gibi ıykk. O elemanların bu yazıyı okumasını çok isterdim valla.  "Bu kadar laf sayyonda sen nassın  peki?" Diyenleri duyar gibiyim. Olm ben hep dikkat ederim, her daim şıpsevdi sakızım yanımdadır.

  Bide şu ağız kokusu nasıl giderilir onada şurdan baksın bu dertten muzdaripler, alıntı yapmaktan nefret ederim nitekim;


günün birinde gerçek bir dost gibi davranabilmek dileğiyle...


picture retrieved from findingnew.com

7 Şubat 2012

film izleyememe rehberi

yazıyooor, yazıyoooor... pitipause yazıyoooor :) :)


  Blog yazmaya başlamadan önce de blog okumayı hep severdim. Ordan oraya atlamak, az ondan az bundan okuyup farklı insanların farklı düşüncelerini öğrenmek güzeldi. Belki de biraz insanların hayatlarını didiklemek gibiydi :) Pek çok blog okudum; kimisi üzerine gerçekten emek harcanmış, güzel tasarımlı ve gayet okunası yazılarla dopdolu bloglardı, kimileriyse; "ay regl oldum sancım var", "ay berkut beni terketti kuyruk acım var canım da cicim hellooooloy" havasındaydı.
  
  Zaman zaman girdiğim bazı bloglarda oldukça güzel film eleştirileri de gördüm. Bu konuda eski arkadaşım,yeni  patronum (:P) mustafa başer gönlümde taht kurdu diyebilirim. Benden duymuş olmayın ama kendisinin bilmem kaç terabitelık bir film arşivi var. Zaman zaman bu arşivi didikleyip var mı işemeli-sıçmalı diyerekten nadide filmler elde ediyorum :))    bkz. midesizler için sinema rehberi


  Ben de sanatsever biri olarak,  bu sinema olayına kendi penceremden bakmak istedim. "Kendi penceremden" evet ama biraz farklı bir açıdan.Hani dışarı çıkıp pencereden içeri bakmak gibi: izlediğim değil de bi sebepten ötürü izleyemediğim filmleri ele alacağız. Aslında her birini inanın uzun uzun anlatsam, eminim sizinde sonunu bi türlü getiremeyeceğiniz bir film daha çıkar ortaya :)
 Bakın baştan açık açık söyleyim; öyle filmleri  yarım bıraktım ki, yazının sonunda bana bağırmanızdan, hakaret edip buraları terketmenizden korkuyorum, ama korkunun ecele faydası yok diyerek başlıyorum:

* Forrest Gump;

 Olabilir ne var? Birinci filmden çirkefleşmeyelim lütfen :) Şimdi efendim işin aslı şu ki; Forrest Gump'ı yaklaşık bir 4 yıl önce filan 10-15 kişilik bir arkadaş grubuyla izleyecektim. Kalabalık böyle sohbet muhabbet gırla gidiyordu ki; sonra hadi film izlenelim denildi. O dönem buralarda bi dvd kiralama modası vardı. Vcd 3 lira, dvd 6 liraydı ve biz 3 lira daha fazla vererek "entel" oluyorduk ki, ben bi kere bile o kamera arkası cart curtu izlediğimizi hatırlamam. Neyse  herkes yerini aldı, ışık kapatıldı filan.

 Heryer dolmuştu, bana da bir armut koltuk kalmıştı. Kıştı dışarda üşümüştüm, ev sıcacıktı. Armut marmut derken uyuyakalmışım :) En son koş Forrest koşu hatırlıyorum. Beni uyandırdılar "git içerki odada yat" diye ben giderken de en son Forrest çıplaktı. Ki hak verin lütfen, en can alıcı sahneleri izlemişim. Neyse...

 Bu filmle alakalı söyleyeceğim şey, ekşi sözlük'e göre kült film olabilir ama ben Tom HANKS'i beğenmem. (Ömer Çelakıl bu cümlemi haftaya programında kıyamet alameti olarak ele alacak, aman kaçırmayın derim)

* Slumdog Millionaire;

  Açıkcası üniveristeyi 2. öğretim okuduğum için genelde gece 2.5- 3 ten önce film izlemeye başladığımızı zaten hatırlamıyorum. Bu Slumdog'ı da arkadaşlarımız önceden izlemiş, abarttıkça abartmıştı. Ben tabi bi süre heyecanla izledim, sonra hem bastıran uyku, hem de acıklı ilerleyen hikaye sebebiyle içlendim uyudum :) tabi burda sevgili erkek arkadaşımın rahat kollarının da payı büyük.

* Vanilla Sky;

  Baştan söyleyeyim izledğim kısmını beğendim. Bilmiyorum, bu garip bir yerde denk gelmişti. Başları filan çok güzeldi. Cameron-Tom filan. Sonra Tom Cruise gitti, Cameron Diaz'ı bıraktı, koştu Penelope Cruz'a ya, film koptu orda benim için. Çok gençtim, atarlıydım ve en acısı yeni aldatılmıştım :) Yalnız benim aldatılma tarzım Cameron'ınkinden daha ağırdı. "Çıktığım çocuk" başka bi kıza radyodan şarkı istemişti. eheh. Bunalımdaydım. Tom'u yumruklamak, Cameron'a sarılıp ağlamak istemiştim. Anam babam vardı yanımda, sanırım renk vermemek için bıraktım izlemedim :)

* Sürü;

   Belki yarım bıraktığım için en üzüldüğüm film de budur. Diğerleri de kesinlikle önemli eserler ama bu bi başkaydı. Hani ders gibi bir filmdi, geçmişi anlamak ve anlatabilmek adına. Yine bir arkadaş grubuyla, gecenin bir yarısı, Mahsun Kırmızıgül filmlerini uzun uzun eleştirdikten sonra Yılmaz Güney'in eşinin; '"Türkiye'nin yeni Yılmaz Güney'i Mahsun Kırmızıgül'dür" lafı üzerine izlemek istemiştik. Yurt dışında ödüller almış, dönemini çok iyi yansıtan ve sorunlara değinen bir film olması itibariyle ilgimizi çekmişti. Kanepe açıldı, battaniye çekildi, ışık kapandı. Zaten bu ışığın kapanması ve battaniye ve artı olarak eniştenizin kaslı kolları yeterince uyku için iyi bir trio iken; bir de maalesef filmin görüntü kalitesinin çooook düşük bir kopyasını ancak bulabilmemizle olaylar gelişti ve uyudum. Uyandığımda arkadaş grubum ve erkek arkadaşım tarafından ölüm tehdidi aldım. Diğer filmler için aynı şeyi pek düşünmesem de "Sürü" sağlam kafayla oturup mutlaka izleyeceğim bir filmdir. He bir de önemli not: Mahsun Kırmızıgül hiç bir zaman bir Yılmaz Güney olamaz. Olmaz... O çok ayrı bir konu.

* The Stepford Wives;

   Eheh. bu filmin olayı çok çok çok başka...Yani şu filmle başlayan olayları bir dizi yapabilir, 3 ciltlik kitap çıkarabilir, bir film alıp yeni bir "notebook" filmi yapabilirim. Çok ayrıntı veremeyeceğim maalesef. Bu filmi izleme şeklim ilk 20 dakika dikkatli, sonra bir 10 dakika heyecanlı, bi 10 dakika ara. Devam etmeye çalıştık ama işler zıvanadan çıkmıştı. Filmle ilgili not: zaten pek  matah bir film de değildi :)

* Cinderella Man;


  Maalesef yine çok yakın bir tarihte gerçekleşti bu olay. Yine çok geç bir saatte başlanan film ve yine düşmanım uyku. Son 20 dakika yine uyuyakaldım. Ama yine mutlaka baştan oturup izleyeceğim bu filmi. Zaten benim en sevdiğim tür olan biyografi türü bir film. Cinderella Man'i izlerken coşup viski-puro filan takılmamız, sanırım bir gevşeme yarattı ve ZzZzZzzz :) ara ara uyanıp devam etmeye çalıştım, inanın dudağımı ısırdım, kendi kendimi cimcirdim ama olmadı. Özür dilerim Russel Crowe :(

 Sonuç olarak  şu yukarıdakileri okuyarak kendinize bir "film izlerken neler yapılmaz" rehberi oluşturabilir ya da siz de benim gibiyseniz üzülmekten kurtulabilirsiniz.


Ha, bi de bu benim en sevdiğim film, Little Miss Sunshine;






görüşürüz :)


picture retrieved from;


thedecay.deviantart.com/